10 Aralık 2013 Salı

Basit Yaşayacaksın !

Basit Yaşayacaksın

Basit yaşayacaksın. İki çift ayakkabın olacak mesela, iki çift pantolonun, iki gömleğin, bir kazağın… Herkes saçını boyatırken sen doğal renginde bırakacaksın. Berbere gitmeyecek, kuaförün önünden geçmeyeceksin. Ne sigaran olacak ne alkolün. Karı-kız muhabbetlerine girmeyeceksin. Adam olmaya çalışmayacaksın; adam gibi olacaksın. En güzeli basit yaşayacaksın !

Televizyon, klima, müzik seti için ayrı ayrı kumandaların olmayacak. Olsa da hepsinin tek bir açma düğmesi olacak. Cep telefonun olmayacak, olsa da kullanmayacaksın; kullansan da içinde 100 kontörden fazla kontör olmayacak. Her GSM operatöründen birer tane hattın olmayacak. Tek hattın olacak, birini açıp diğerini kapatmayacaksın. En güzeli basit yaşayacaksın !

Faturalara otomatik ödeme talimatı vermeyeceksin. Onları gidip paşa paşa kendin yatıracaksın. Bahaneyle halkla bütünleşeceksin. Kredi kartı almayacaksın, zorla mı verdiler kullanmayacaksın. Kullandırttılar mı taksite böldürmeyeceksin. Borcunu gidip bankamatikten yatırmayacaksın. Hususi bankaya kadar zahmet edip, vezneden yatıracaksın. Banka personeliyle de yüz göz olacaksın. Her bankanın kredi kartı illaki cüzdanında olmayacak. Cüzdanını her açtığında onlarla hava atmayacaksın. Kredi kartlarının limiti kadar değil, maaşın kadar zengin olduğunu unutmayacaksın. En güzeli basit yaşayacaksın !

İnternetten alışveriş yapmayacaksın. Kitapmış, telefonmuş hepsini gidip ellerinle dokunarak alacaksın. Kitapçının raflarında dolaşacak gözlerin, sayfalarını açıp o kâğıt kokusunu çekeceksin içine. Esnafla da içli dışlı olacaksın. Sanallaşmayacak, elle tutulur gerçek bir insan olacaksın. En güzeli basit yaşayacaksın !

Sırf yürüyen merdiveni var diye devasa alışveriş merkezlerine gidip, oralarda gezip dolaşmayacaksın. Hadi gittin diyelim bir seferde bilmem kaç yüz TL’lik alışveriş yapmayacaksın. Hayatta sana neler lazımsa sadece onları alacaksın. Biraz sokağa inip bakkalla çakalla da sohbet edeceksin. Gösterişli ışıl ışıl vitrinlerin önünde, rengârenk reyonlarda gezeceğine parklarda bahçelerde adım atacaksın. En güzeli basit yaşayacaksın !

Büyük hayallerin olmayacak. Boyunu aşan laflar etmeyeceksin. Ağzından çıkanı kulağın duyacak, duymadan önce içinden on defa düşünüp tekrar edeceksin. Sözünün arkasında duracak, tükürdüğünü yalamayacaksın. Sözünün eri olacak, “lâf” ile “söz” arasındaki ince ayrıma dikkat edeceksin. En güzeli basit yaşayacaksın !

Saçın için ayrı, vücut için ayrı şampuan; yüzün için ayrı, elin için ayrı, ayakların için ayrı krem kullanmayacaksın. Yüz maskelerin, peelinglerin, gece kremlerin, ter önleyici spreylerin olmayacak. Jöle kullanmayacak, saç spreyini eline almayacaksın. Doğal geldin dünyaya, doğal olacaksın. En güzeli basit yaşayacaksın ! 

Yan apartmandaki komşuna bayram tebriği için cepten mesaj çekmeyeceksin. Mesaj çektin diyelim, öyle yüz kişiye yolladığın hazır mesajlardan yollamayacaksın. Bir zahmet yola düşüp el sıkacaksın, kucaklaşacaksın, gerekirse el öpeceksin. Çocukların başını okşayacak; onlara mendil, çikolata, bayram harçlığı vereceksin. Öyle her canın sıkıldığında telefona sarılmayacaksın. Gidip eşin dostun, arkadaşın kardeşin boynuna sarılacaksın. 3–5 tane elektronik posta adresin olmayacak. Olacaksa bir tane olacak. Öyle zırt pırt da e-posta yazmayacaksın. Alacaksın eline kâğıdı kalemi, özene bezene mektup yazacaksın. En iyisi basit yaşayacaksın !

“Neyim eksik, neyim yok, neye ihtiyacım” var demeyeceksin. Nelere sahipsin onları düşüneceksin. Aza kanaat getirecek, çoğu bulabileceksin. “Hep bana hep bana” demeyecek, biraz da sağına soluna bakacaksın. Kafan yukarıda değil, aşağılarda gezecek. “Seviye seviye” diye tutturup, üst kültür insanı gibi ortalıkta dolaşmayacaksın. Biraz da geçmişine bakıp, her zaman haddini bileceksin. En iyisi basit yaşayacaksın !

“Başımı sokacak bir göz evim olsun” diyenleri, kaloriferli, asansörlü, deprem sigortalı, çift camlı lüks dairende oturduğun yerden yadırgamayacaksın. Bir adada bir modada evin; iş için ayrı, gezi için ayrı arabaların olmayacak. Biraz da otobüse binecek, trenlerde seyahat edeceksin. Yan koltuğunda oturan yol arkadaşınla sohbet edecek, gazeteni okumasına izin vereceksin. Unutma sen Türk’sün, geleneklerini, geçmişini, değer yargılarını unutmayacak, herkesi potansiyel tehlike olarak görmeyeceksin. İçin fesat olmayacak, art niyetli düşünmeyeceksin ki karşıdaki masumu da öyle görmeyeceksin. En güzeli basit yaşayacaksın !

Öyle çok büyük adam olmayacaksın. İnsanlar sana paran, mevkiin için değil “sen” olduğun için güler yüz gösterecek. Saygı gördüğün zaman, içinde soru işaretleri olmayacak. Her gün ayrı bir kıyafetle salınmayacaksın ortalıkta. Ulaşılmaz edalarıyla tepeden bakmayacaksın kimseye. Yolda tökezlediğin zaman başkaları gibi sen de gülebileceksin kendine. Fazla ciddiye almayacaksın kendini, dalga geçmeyi bileceksin kendinle. En iyisi basit yaşayacaksın !

Ölmeyecek kadar yiyecek, bir kuru soğan, bir dilim ekmekle yetinmeyi bileceksin. Sağlığın yerinde mi; bunun en büyük zenginlik olduğunun farkında olacaksın. Etrafındaki sevenlerinin, “yoksulluğun, sıradanlığın, ulaşılabilirliğin, alçakgönüllülüğün”den dolayı yanında olduğunu, malın mülkün için seni sevmediklerini bilecek, daha bir huzurlu olacaksın. Büyük adamların büyük dertleri olur misali, bu dünyada basit yaşayacaksın, basit! Şairin de dediği gibi “rakı şişesinin dibinde balık” olacaksın. Hiç başın ağrımayacak. Basite alacaksın hayatı basit !

(MK.A)

20 Kasım 2013 Çarşamba

Enerji

İnsanlar içlerindeki enerjinin ya farkında değiller ya da gerçekten enerjiden yoksunlar. Şimdi diyeceksiniz bu enerji işleri saçmalık diye. Size bahsettiğim enerji o bildiğiniz, her gün tv de gördüğünüz, taş filan tutunca artan enerji değil. Var olan potansiyelimiz; yani bir şeyi yapabilme gücümüz. Hele ki o yapabilme gücümüzü ittiren bir dürtüye sahipsek.

İşte sorun da bu ya bir şeyi yapabilme gücümüz mü yok, yoksa tembellik bize daha mı cazip geliyor. Bence ikinci olasılık şuan okuyanların "hah işte bu ya, bendeki bu, elimi kaldırasım yok ki tuvalete bile gidemiyorum ben üşendiğimden vs." dediği bir olasılık. O nedenle çoğu kişi aslında içindeki enerjinin farkında değildir. Çünkü o enerjinin dışa çıkmasına tembel beyinleri izin vermiyordur.

Şimdi diyorsunuzdur ee ne olacak fark etsek biz bu enerjiyi? Haklısınız ama konu yine gelip şu "aşk" mevzusuna çattı. Haydaa Aşk’a ne zaman geldik diyenler oluyordur ve içimden bir ses bunu diyenlerin büyük çoğunluğunun erkek olduğunu söylüyor. O zaman anlatıyım.
       
Olay şu ki; aşk insanları olmadığı hayaller içinde gezdirdikten sonra öyle kocaman, kilometrelerce yukarıdan aşağı doğru bırakır ki, o düşüş sonsuza kadar sürer (en azından biz öyle sanırız). İşte bize bu his içimizde patlamaya hazır dinamitleri fark ettirir. Aşağıya doğru büyük bir hızla düşerken içimizdeki aşk tüm bedenimize yayılır, her manevra daha heyecan vericidir, bir hareket kalbinizi yerinden oynatabilir. Peki bunu düşüş mü sağlıyor aşk mı diye hiç düşündünüz mü? 


Aşk bir seçimdir. Aslında çoğunun söylediği gibi kalple alakası olduğunu düşünmüyorum. Sadece etkileri kalpte yer buluyor o kadar. Evet, aşk bir tercih demiştik. Birine âşık olmayı siz tercih edersiniz ve vücudunuz sizi buna hazırlar, uygun ortamda siz de âşık olursunuz. O zaman düşüş de sizin tercihiniz. Yani aşk kadar düşmeyi seçmek de sizin yaptığınız bir eylem.

Şimdi her şey açığa çıkmaya başladı. Aşk sizin tercihiniz, düşmek de öyle. İşte alın size "enerji". Biliyorum biraz karışık oldu ama aslında çok basit. Tercih ettiğiniz aşk size aşağı atlama cesaretini veriyor ve siz bunu içinizdeki o büyük tarif edilemez enerji sayesinde yapıyorsunuz. Size yukarıda bahsettiğim hatta kırmızı ile yazdığım o dürtü; aşk. 

Elimizde aşk, heyecan, dürtü ve enerjimiz var. Peki, o zaman demezler mi adama, Madem sen içindeki o enerjiye (yapabilme gücüne) sahipsin neden kılını bile kıpırdatmadan bir aşk yaşamak istiyorsun. İnsan aşık olduğunda o enerjiye sahiptir eğer yoksa o enerji aşk da yok demektir. Ki aşığım diyen birinin bu enerjiye sahip olduğunu düşünürsek içindeki potansiyeli fark etmemesi imkânsız yani o engel olmaya çalışsa bile içindeki istek inatla dışarı çıkmayı başaracaktır. Yani durum böyle olunca da sevgilisi, eşi, aşkı için elinden geleni yapacaktır. Ama zorlayarak değil, farkında olmadan, isteyerek kendini onları yaparken bulacaktır.

Demem o ki aşk yan gel yat yeri değildir. Zaten yan gelip yatan da âşık değildir. İçinizde durdurulamaz bir enerji varsa bu sizi aklınıza gelmeyecek şeyleri yaptırmaya, kendinizi tanıyamadığınız kadar enerji dolu, eğlenceli biri olmanıza yetecektir.

15 Kasım 2013 Cuma

Çocukları kirletmeyin !

Çocuklar oyun oynuyorlar... Alevi,Sünni, Hristiyan, Musevi, siyah, beyaz, kızıl, zengin, fakir, Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Alman, İspanyol, Arap,... Henüz bilmiyorlar... Bilmiyorlar ki, büyüdükçe büyükler onlara farklılıklarını öğretecekler... Bilmiyorlar ki bu farklılıklar, büyüdüklerinde arkadaşlıklarının bile önüne geçecek...

İnsan yerleşik düzene geçti, veraset sistemini yarattı, sınırlar çizdi, sınırları korumak için silahlar üretti ve yine sınırları korumak için silahları kullandı... Tarihe kan, savaş, acı silinmez izlerini bıraktı...

Çocuklar silahların gölgesinde korkuyla büyüyerek silahları kullanmayı öğrendi. İntikamı tanıdı. Bugün savaşan nesilleri, gördüklerini, onlara verilenleri taşıdı ve işte bugünkü dünyayı yarattı. Milyonlarca insan niye öldüğünü bile anlamadı ve ölmeye devam ediyor.

Aynı toprakların çocuğu olmamak ne mümkün aynı yerkürenin üzerinde, aynı gökyüzünün altında yaşarken. Denedim. Anlamaya çalıştım. Anlayamadım... Farklılıkların neden sorun olduğunu anlatamadılar ya da ben anlamadım.

Zengin fakiri hor gördü, fakir zengini suçluyor. Kapalı açığı, açık kapalıyı küçümsüyor. Kadın erkeğe, erkek kadına kızıyor. Oysa hepsi çocukken saklambaç, yerden yüksek oynuyor. Hem de hep birlikte, hem de paylaşarak. Ta ki öğrenene kadar. Tıpkı yaşamda neyi yapabilip, neyi yapamayacaklarını öğrendikleri gibi.

Ayrışa ayrışa, gruplaşa gruplaşa parçalara bölündük. Dinler, uluslar derken; neredeyse dernek düzeyinde ayrıştık. Futbola bile kanı karıştırdık. Tribünleri tek renge boğduk.

Nasıl bir paradokstur ki, her oluşum daha iyi dünyayı vaat etti. Kemale ermek, cennete gitmek, yontulmuş taş, aydınlanma, nirvanaya ulaşmak..... Dinler, öğretiler aynı evin farklı pencereleri değil miydi oysa? Ben mi çok saftım.

Kemalist, nurcu, mason, laik, muhafazakar, liberal,komünist, ocu, bucu, şucu ve yüzlercesi hepsinden önce insan değil miydik? Hepsinden önce insan değil miyiz?

Kimliği, etiketleri ne olursa olsun ölen insan,doğan insan... Ve her birimizin hayali daha güzel bir dünya, iyi bir hayat, ... Hepimizin hayalleri yok mu? Ne zaman uyanacaksınız... İstanbul’da, Diyarbakır’da, İsrail’de, Filistin’de, Uganda’da, Hindistan’da, aynı gökyüzünün altında ölen bir çocuk, her şeyden önce çocuk.

Sürü psikolojisinde yetişen nesiller, uyutulan toplumlar ve nihayetinde günlük hayatın içinde kaybolan ruhlar o kadar kolay malzeme ki... Bugün kendi içimizde, kendimizle kavga ederken, dışarıda kavga edecek sey bulmuşuz çok mu?

Aradığımız mı ne? Sevmek ve sevilmek. Değerli olduğumuzu hissetmek. Sevmek, paylaşmak, sarılmak,... İyiye ve güzele bakmakta inat etmek....

İnadına, ekmeğini tanımadan birbiriyle paylaşan çocukları örnek almak. Şu an bana saf, enayi gözüyle bakanlara gelince evet saflık ve enayilik buysa gurur duyuyorum. Şu an elimde duran Mesnevi’ye sarılıyorum.

‘Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.’

7 Ekim 2013 Pazartesi

Kişi kendine yakışanı seçer

Alıntıdır : Fark etmişsinizdir, benim hakkında şikayet etmediğim bir şey var: Politikacılar. Herkes onların berbat olduğunu söylüyor, herkes onlardan şikayetçi. Peki bu politikacıların nereden geldiğini düşünüyorsunuz? Gökten zembille inmiyorlar ya, bir zarı yırtarak başka bir gerçeklikten bu tarafa geçmiyorlar. Amerikan ana babalardan, Amerikan ailelerden, Amerikan okullardan, Amerikan üniversitelerden, Amerikan kiliselerden, Amerikan iş yerlerinden geliyorlar ve Amerikan vatandaşlarca seçilip iktidara getiriliyorlar. Arkadaşlar, yapabildiğimizin en iyisi bu. Sistemimizin çıktısı bu. Çöp giriyor, çöp çıkıyor. Bencil, cahil vatandaşlarınız varsa bencil, cahil liderleriniz olur. Diyorum ki belki de politikacılar değildir boktan olan, belki başka bir şeydir. Halk? Evet, halk boktan. Alın size iyi bir parti kampanya sloganı: "Halk işe yaramaz! Umutlarınızı siktir edin."

2 Ağustos 2013 Cuma

Aman ha kaldırma elini klavyeden (!)

Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi? Hiç vaktiniz yok, “Fast live”, “Fast food”, “Fast music”, “Fast love”… Dikte ettirilen “yükselen değerler”, “in” ler, “out” lar… Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi. Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum ! Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini ? Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını ? İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza? Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman? Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını ? Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında ? Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam kanalınızda ?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Mutludur o; mutlu olmasa duramazdı, gelirdi

İstanbul'da büyümek böyledir, şehir sana orospuluğu, orospular adam olmayı öğretir, sonrasında aristokrat yosmalarla sevişirsin, eninde sonunda bekaretini yitirdiğin yerde intihar edersin, ölürken de gözyaşlarını anlamaz kimse öyle ya! erkeksin.


Çocukken ruj izleri olurdu yanaklarımda, öyle sevimliydim ki. Ergenliğimde ten kokuları sindi avuçlarıma öyle yakışıklıydım ki. Şimdiyi sorma hayatın ortasında faili meçhulun çizgisi ya da herkes kadar biraz ölüyüm, sevişirken. Diğerlerinden farklı, huzurlu gibiyim, mezarlıkları gezerken. Kimse racon kesemez buralarda, çevremden yakın dostlara sahibim. Belki bu yüzden aşktan gidene ağlayamam, nasıl ağlarım ki gözyaşlarımı bu topraklarda yitirdim.

Sadık değilim, acılarıma ihanet ederim. Kısaca güven duyulmaz bana, bir gülümsemeye efkarı terk ederim. Sonrasında çarpı iki. Başkasının uykusuna ortak olurum, acılarını solurum, o benim yerime ağlar ben onun yerine ölürüm. Devamında makyajını tazeler ve gider. Kimsenin ismini hatırlayamam ya da gözlerinin rengini, nereden gelmişti ne kadar zaman ülkemi işgal etti. İz bırakmaz, kazır her giden parmak izini. Tehlikedir bir cinayette yakalanma ihtimali.

Sabahları yalnız uyanıyorsa insan, bir şeyler mutlaka eksiktir. Yani bende bir çoğu gibi eksik uyanırım, tanımadığım insanlarla kahvaltı yapar eksiğimi tamamlarım. En zoru, ikiye bölünmektir. Bir yanın gidene aitken öbür yanını mantığının terk etmesi. Sonrasında oto boka ağlarsın. Kimse anlamaz yine seni, ayıplar, yakıştırmaz. öyle ya! adamsın.

Şimdi sen benden gidiyorsun ya... şimdi herkes sen... düşlerinde kahraman var mıydı sevişirken.

Neyse, önemli değil. Artık herkes çıplak, herkesin teninde toprak kokusu. Gözlerindeki bulut ne vakit fırtınaya dönüşüp okyanus oldu. Kalemi kömürden bir katiptim ben. Yangın sonrası parmak izlerini silen. İndirim sepetinde en çok tüketilen. Tasması olmayan bir sokak iti işte, biliyorum delice ama her kurulan cümle bir bilmece, bilmecenin çözümü parçaladığın resimlerde...

İşin komik yanı beni anlamadığını biliyorum, bilmediğim, neden seni sevmeye devam ettiğim ya da neden senden vazgeçemediğim. Senaryosunu ben yazmadım bu filmin, aslında renkli olması gerekirdi bütçe yetmedi. Siyah beyaz ayrıntılarda klasik deniz kenarı öpüşme sahneleri, biraz ihtiras, biraz ihanet , birazda musiki eşliğinde fasıl muhabbet olmalıydı, olmadı. Şimdi seninle yaşanan her ayrıntı, gecenin bir vakti yolcu etmek istediğim şarhoş bir misafir gibi. Gidiyor işte dedikçe sarılıp tekrar tekrar öpen, geç oldu desende dinlemeyen. Üzerimde kadın olanın anlayacağı bir koku bıraktın. Eski bir adrese, geçerken uğradım demek artık imkansın, çünkü, bir erkek kırılmışsa, bir erkek yangınsa, bir erkeğin aklında dün varsa, kadın olan almaz yatağına. O ki gidicektin, anlamadığım kokunla giderken niye beni fişledin..

Hep olduğu gibi susacaksın, konuşmayacaksın dimi... peki.

3 Haziran 2013 Pazartesi

GENÇLİĞE HİTABE BİR DUVAR SÜSÜ DEĞİL; ERKEN UYARI SİSTEMİDİR !

Güç, erk sende diye herkes sana itaat edecek değil. Sen, sana oy vermeyenlerin de başbakanısın. Şimdi Esad'tan ne farkın kaldı. Artık yeter ! Çek polisi bırak halk eylemini yapsın, sesini çıkarsın, fikrini söylesin. Hürriyet, Demokrasi, Medeniyet, Cumhuriyet budur; bunu gerektirir. Zorbalık, şiddet, susturmak bizim haklılığımızı gösterir. Senin faşist dediğin bizler; yani Atatürk Gençliği düşünmek istiyor. Özgürce fikrini beyan etmek, hak, hukuk, eşitlik, saygı, adalet istiyor; zorbalık, susturulmuşluk, şiddet ve kaos değil. Biz Cumhuriyet Çocukları olarak tek derdimiz; Ata'mızın bizlere hitap ettiği şekilde " Ey Türk Gençliği! Birinci görevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini sonsuza dek korumak ve savunmaktır. " Bizler bağımsızlığımızı, düşünce ve inanç özgürlüğümüzü koruyup savunuyoruz. Yine hitabede söylendiği üzere; " Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr u zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asîl kanda, mevcuttur! " denilmiştir. İşte bizler ben, sen, ahmet, mehmet demeden Türk Gençliği olarak bu kapitalizme, dikdatörlüğe, susturulmuşluğa karşı haklı olan savunmamızı yerine getirdik, getiriyoruz, getireceğiz. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin özgür, hür, medeni ve aydınlık yarınlara ihtiyacı var.

16 Mayıs 2013 Perşembe


Burak ..
Hiç tanımıyorum seni çocuk. İlk kez Pazar gecesi gördüm fotoğrafını. Esmer bir genç işte. Her gün sokakta görebileceğin.
Kara yağız ..

Hiç tanımıyorum seni çocuk. Ama kim bilir kaç kez omuz omuza yaptık ? Kaç kez aynı anda başımızı ellerimizin arasına alıp kaldık
öylece. Belki de yan yanaydık Kadıköy’ de gazdan göz gözü görmezken .. Kim bilir belki caddede sarmaş dolaştık 17’ de 16
zaferinde ..


Çok sevdik çooookkkk, diye bağırdık defalarca .. Sevdamıza kimse engel olamaz .. Belki ters baktın bana ne bileyim bir maç öncesi? Belki yolda sohbet ettik, abi bu maçta Stoch oynamaz mı diye.. Sensiiizzz haaayaat dedin sen.. Sensiiizzz hayaaat dedim ben .. Ne çok maçta tek yürek olduk birbirimizi hiiiç tanımadan.. Kuyt’ la beraber koştuk, direkten birlikte döndük Baroni vurduğunda..

Amsterdam düşü kurdun mu çocuk sen? Ben gitmeyecektim biliyor musun ? Totem işte. Anlarsın.. Seni hiç tanımıyorum be çocuk .. Ömrümde görmedim. Belki de hiç tanımayacaktım. Ama iki gecedir gözümün önünden gitmiyorsun hiç..

Boynunda kaşkol.. Gözlerin çakmak çakmak.. Hani şu güzel kızcağızın unutamam dediği gözlerin..

Belki göz göze geldik Yoğurtçu Parkı'nda siz kalabalık
geçerken ..Belki turnikede birbirimizi ittik. Mevzumuz olduysa affet.
Seni hiç tanımıyordum ben çocuk be. Vallahi ..

Artık çok iyi tanıyorum. Sen bundan sonra her maç sahadasın benim için. 11 çubuklunun formanın.. Tam da göğsündeki armada .. Bundan sonra her maç tribündesin benim için .. Ama hiç maça gidesimiz kalmadı be çocuk..

Ben seni hiç tanımıyorum ama çok yaktın canımı be. İnsanlığımızdan utandık. Senle birlikte ne kadar iyi duygumuz varsa gitti sanki.

Hayat ne acımasız be çocuk. Parçalı formalı çocuk, arkadaşıyla biraz erken vedalaşsa tanımayacaktım seni. Tanımasaydık keşke.. Sola dönüp gitseydin.. Hiç bilmeseydik kim olduğunu..

Yine ondan geriye saysaydık saat tam 7’ de. Aynı anda, birbirimizi hiç bilmeden.. Şimdi kime kızsak bilemiyoruz.

O hain bıçağa mı, senle aynı yaştaki çocuğa bıçak taşıtana
mı ? Sisteme mi, yöneticilere mi ? Televizyonun kan emicilerine
mi ? Kendimize mi yoksa ? Her birimize tek tek.. Ne kadar kızsak günler geçecek hayat bize sürecek be çocuk..

Her maç sonu dönüşünü pencerede bekleyen biri hiç unutmayacak ama .. Bir de birlikte huzur evine gitme planı yaptığın kızcağız.. Saçları bir günde ağaran bir adam..

Affet bizi çocuk.. Seni o bıçağa sürüklerken her ne yaptıysak, affet .. Seni unutacağımız her saniye için, affet.. Canını verdin sevdamıza.. Hakkını helal et..

Şunu bil ki;
Her okul açıkta bir yerdesin
Bundan sonra sen de bize Leftersin.
Gözümüzden yüreğimize akan yaş,
Kara topraklarda bir Fenersin...

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Vurulduk Ey Halkım..

Ülkeyi ne hale soktunuz, allah sizin ve yandaşlarınızın belasını versin. Eğitim, yargı, ekonomi, inanç, düşünce özgürlüğü gibi ne kadar değer varsa katlettiniz. Hala ve hala bunlara destek veren örümcek beyinleri anlamakta güçlük çekiyorum. Neyin peşindesiniz? Yazıklar olsun bu millete, değer yargılarına, insanlığına.. Cumhuriyetmiş, adaletmiş, eşitlikmiş, düşünce ve inanç özgürlüğüymüş, laik antiemparyalist bir Türkiye'ymiş.. Yediğime içtiğime karışılır, inancıma karışılır, damla ile verilip hortum ile alınır, millet sınıflandırılıp ötekileştirilir.. Çok değil bundan 15-20 yıl sonra bir Bangladeş'den, Haiti'den, Suriye'den bir farkın kalmayacak.. Değer yargıları uyutularak elinden alınmış, sesini çıkarmaya korkar olmuş bir milletin ferdi olmaktan utanıyorum. Kimse bana Atatürkçülük'ten, Cumhuriyet'ten, Medeniyet'ten, Eşitlik, Hak, Adalet, ve Özgürlük'ten bahsetmesin. O dönem 1938'de sona erdi. Kan konuşulur oldu, daha çok mal mülk.. Gençler iphone nun, tabletin, cigaranın, "karının kızın" peşinde. İnsanlık nedir, saflık nedir, yardımlaşma nedir bir haber olduk. İşin kötüsü de bugüne razıyken dün ü arar olduk; yarına ise tahammülümüz yok artık. Uğur Mumcu'lar, Nazım Hikmet'ler yok artık.. ( Vurulduk Ey Halkım.. ) Övünün !

3 Mayıs 2013 Cuma

Ali Desidero

Mükemmel bir can sıkıntısı içindeyiz moruklar, kışın daha da geriliyoruz farkında mısınız? Zamlar, ırkçılar, faşistler, vergiler, metrobüs, ev kirası, bir boka yaramayan kitapların çoğalması, komşuların dedikoduları, mahallede gecenin 11'ine kadar top oynayan veletler... hiçbiri bitmiyor, gerilmemek elde değil. Yemek yemek ve su içmek dışında mutlu olamıyor insan.. Neden mutlu değiliz moruklar? Her şey iyi olabilirdi, birkaçı iyi olabilirdi. En azından dedikodu bitmeliydi... kulaklarımıza bir şey gelmese... Eskiden daha iyiydi ama, güzel müzikler vardı, güzel teyzeler... oyunlar falan, iyi ahbaplar vardı. Süheyl ve behzatın abdulkadir şarkısı bile şimdiki şarkıların yanında kraldı kanımca, ne şarkıydı ama.. sonra ali desidero vardı...

"Akil" Adamlar


Geçtiğimiz günlerde Kırşehir iline giden akil adamların gizli kapaklı 600 polis korumasında halktan tamamen kopuk, sadece süreci destekleyenlerin çağrıldığı, listede adı olmayanların toplantıya alınmadığı bir gün geçirdikleri öğrenildi. Kırşehir yerleşim merkezinin oldukça uzağında tenha bir alanda bulunan Makissos Termal Otel'de yapılan toplantının 3 halka polis korumasında yapıldığı, Kırşehir Barosu temsilcisi ile Atatürkçü Düşünce Derneği temsilcisinin listede adlarının olmaması nedeniyle toplantıya alınmadığı edinilen bilgiler arasında. Daha vahimi toplantıya katılacaklara bir gün önceden sorulacak sorular verilmiş ve belirlenmiş bu sorular dışında soru sorulması yasaklanmış. Halktan kopuk ve süreci destekleyenlerden başka kimsenin alınmadığı toplantı dışında akil adamların hiçbir şekilde halkla temasının sağlanmadığı, önceden belirlenmiş ve süreci destekleyen sivil toplum örgütleri ile adeta tiyatral bir kaç görüşmeden sonra akil adamlar Kırşehir'den ayrılmışlar. Güya amaçları halka süreç hakkında bilgi vermek olan akil adamların halkın 600 polis ile engellendiği Kırşehir gündemi olaysız (!!!) bitmiş. Kırşehir halkının akil adamlarının illerinde olduğunu basından öğrendikleri, akil adamların neden Kırşehir halkına değil de sadece a-kepe ve bdp'li partililere ve a-kepe yandaşı sivil toplum örgütüne hitap ettiklerini merak ettikleri öğrenildi. Akil adamalar Kırşehir'de adeta kendileri çalıp kendileri oynamıştır. İşte olaysız Kırşehir a-kil adamları ziyaretinin iç yüzü...

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Sen beni de Fazıl Say


Tamam şimdi tescillendi mi? Yani Fazıl Say "toplumun bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılamak" suçunu işledi mi? Cezasını da aldı mı 10 ay hapis olarak?
Tamam şimdi rahatladınız mı peki? Dindar Müslümanlara soruyorum, huzur buldunuz mu arkadaşlar? Dini değerleriniz, bir Hayyam dörtlüğü paylaşımının bir daha paylaşılması suretiyle aşağılanmış meğer, mahkemeyle tescillendi işte, peki şimdi dini değerleriniz kendini yüceltilmiş hissediyor mu? 


Hükmün ayrıntısı önemli değil biliyor musunuz? Yani yok bir daha tekrar ederse şu olacak, yok şu yok bu... Bunlar koskocaman bir hikaye, bunu biliyorsunuz değil mi?

Öyle kallavi bir mesaj verdiler ki, bu kadar olur.
İnanç söz konusu olduğunda ağzınızı açmayacaksınız! Ya bizim istediğimiz gibi sadece övmek için biat için açacaksınız ya da susacaksınız! Eleştirmek yok! Sorgulamak yok! İroni yok! Dimiz de dinimiz!
Anladık mı bunları? Aldık kabul ettik mi? 
Tamam şimdi benim gibi "Sen Beni de Fazıl Say" diyenleri ne yapacaksınız? Susalım mı hepimiz, ne yapalım bir söyleyin. Aman dinimiz eleştirildi, aman kutsalımız kutsal kabul edilmedi, aman bizim sayımız çok fazla olduğu için bizim inandığımız her şey doğrudur o yüzden herkes buna uymalıdır uymayan da uysun uyusun ya gitsin ya ölsün ya da hapsedelim… Laf laf laf... Ne olacak peki? 
İnançsızlık ve İfade Özgürlüğü artık yan yana gelemeyecek. Bu devasa bir mesaj ve devasa haksızlık. İfade özgürlüğünün beyin ölümü, düşünce özgürlüğünün gaspı… Başka da bir şey değil.
Gurur duyun.

Deniz'lerin Dalgası

Onlar Türkiye'nin Geleceğiydi
Dün Deniz ve arkadaşlarının idamını onaylayanlar bugün Deniz'in gelmek istediği yere geldiler ve suratları bir nebzede olsun kızarmadan hataydı yanlış yaptık diyorlar..Türk Kürt kardeştir demişti ölmeden önce ! Bugün çok mu farklı bir durumdayız? Bizi birbirimize düşman edenler yine içimizde.. Amerika elini üzerimizden çekmiyor manevi bir bağımsızlığa sahibiz bu doğru ama hala dış borçlarımız ıvırımız zıvırımız var. Her demli çay içişimde aklımın ucundan geçer desem yalan olmaz. Bugün hala okulumda, çevremde düşüncelerimi özgürce ifade edemiyorum, savunduklarımın arkasından gidemiyorum, düşüncelerimizin içine işlemiş bu bencillik. Ve o dönemin bu günkü bencillerinin söylediği acı bir söz ''Keşke olmasaydı yanlış yaptık''.. Benim için sizin en büyük yanlışınız bu devleti yönetmeye çalışıyor olmaktı.. Adamın birisi 6 yaşındaki kız çocuğuna şerefsizce tecavüz eder 10 sene yatar çıkar. Ama bir Deniz, bir Yusuf, bir Hüseyin devrimi savunduğu için, geleceğe güzel şeyler bırakabilmek için uğraştığında dar ağacına götürülüyor.. !!! Tarihin tekerrür etmesi ibretlik bir durum olmaktan çok laçkalaşmış yöneticilerin vurdum duymazlığındandır..

28 Ocak 2013 Pazartesi

Papazın Çayırı


Belki de gözlerinin önündekini söyleyemeyecek hale geldiler. İnsan aklının bunca çelişkiyi, çarpışıklığı, tutarsızlığı, anlamsızlığı bir anda algılaması ve bütün bunlar karşısında sessiz kalması mümkün değil. Şizofrenlerle mi yaşıyoruz? Delirdiler mi? 6 Ekim günü Berna'nın duruşması var. "Parasız eğitim istiyoruz" yazan bir pankart açmış. 17 aydır tutuklu. 17 ay. Mehmet Ağar, bu ülkede çete adına kurulabilir ne varsa hepsini kurup ceza almasına rağmen hala hapis yüzü görmedi. Bir gencecik kızcağızı 17 ay hapislerde çürütecek kadar kudurmuşluk vicdanın hangi coğrafi parçasına denk düşüyor? Hayati Asiltürk, adını bilen yok. Başbakana mektup yazdı 10 ay hapis cezası aldı. Üniversiteyi 4 yılda bitirdi, 3 yıl işsiz kaldı, yeter diye bu insan derdini kime anlatsın? Başbakanlar mektup yazılamayacak, ülke durumundan şikayet edilemeyecek kutsal figürler mi? Demokratikleşmekten artık başımıza ağrı giriyor. Dilşad'ın "kadın mı kız mı belli olmadığından, Hopa'daki Metin Lokumcu'ya, Ahmet Şık'a upuzun bir listenin bir yerinde MHP'li milletvekillerinin cinsel faaliyetleri halkın önüne kütle gibi savrulurken, iddianemelerin orta yerinde insanların günlük sohbetlerini okuyor, Aylin Duruoğlu'nun bu memlekette arkadaşlarıyla buluştuğu için 10 ay (300 gün) hapiste kaldığının bilinciyle dumura uğramış bir vaziyette bakıyoruz ekrandan geçip giden haberlere. Başbakan bir kükreyince altına kaçıracak gibi olan yöneticilerden, medya patronlarına çok uzun bir hattın orta yerinde, sen, ben bizim oğlan, toplamı halk, şu şike soruşturmasının başından beri gülle gibi bağırabildik mi bu işte yanlış giden bir şeyler var diye. Öyle abuk subuk iddialar öyle fütursuzca salındı ki medya mahallesine, Esad'ın Lazkiye'ye attığı bombalar gibi vicdanımızı tarumar ettiler. Mağdur mağdur gezenler, harami kooperatiflerinde asli üyeliğe soyunup, bıçak gibi kelimelerle lime lime ediyorlar bütün ahlaki varlığımızı. Farkında mısınız Tayfur Havutçu hala tutuklu ve hala Beşiktaş taraftarı Tayfur'un kendisini aklamasını bekliyor. Aptal mısınız? İbrahim Şahin'in hafızasını kaybettiği için affedildiği ve Berna'nın 17 aydır tutuklu kaldığı bir memlekette hangi yargının hangi çerçevesine güvenerek Tayfur'dan Theseus gibi doğramasını istiyorsunuz canavarları? Galatasaraylılar, Trabzonsporlular, Beşiktaşlılar Allah aşkına bir gözünüzü açın. İşte Emniyet böyle bir emniyet işte yargı böyle bir yargı. Cihan Kırmızıgül puşi taktığı için terör örgütüne yardım ve yataklıktan alıkonuldu, 20 aydır tutuklu. Çocuk Galatasaray Endüstri Mühendisliği öğrencisi. Bu zulmü yapanların, bu zulme kat çıkıp binlerce insanı tutuklayanların, herhangi bir konuda doğru, dürüst, aklı başında bir iddiada bulunabileceklerine inanacak kadar salak mıyız?
Manifesto! Ne güzel kelime! Alkışlar. Peki o manifestonun yazarları bir zahmet bize anlatırlar mı Cihan nasıl aklasın kendisini? 20 aydır tutuklu. Bir hücrede yaşıyor. Bilgisayarı, interneti, ipadi, tuvaleti, nesi var da neyin üzerinden kimle temasa geçip de bunca aydır çektiği çilelerin isyanını hepimize beyan edecek? Bu ateş üfleyerek sönmez. Çok doğru. Üstünüze kurulduğunuz dolar bazlı imparatorluklar cehennemin dibine doğru alevi harlarken, "yandım" diye ses çıkartabilecek haliniz, mecaliniz kaldı mı? Nihayetinde duayen İnan Kıraç 45 dakika Başbakan kapısında özür dilemek için bekledi bu ülkede. Kuzey Kore veya Stalinist Rusya'da değil. Gık diyebildiniz mi? Geçtim Aziz Yıldırım'ı, Şekip Mosturoğlu'nu, Tayfur'u veya Cemil'i, gencecik bir çocuğun zindanda olması umurunuzda mı? Buyrun asil Galatasaraylılık. Beşiktaşlı duruşu. Görelim bir heybetinizi. Gözünüzün önünde bu kadar zulüm varken, sessiz kalmanın bin türlü rengi var, hepsi tek bir satırda birleşiyor: korku. Kafayı yemiş gibi şike şike diye bağırıyorlar. Canınızı şikeyle aldılar. Çocuklarınızı hapislere tıktılar. Bir yumurta atan terörist oldu, milletvekillerinden gazetecilere kadar envai çeşit meslek grubundan insan cezaevinde boncuktan kuş yapıyor, teknik direktörünüzdü, asbaşkanınızdı, öğrencinizdi hepsi koğuşlarda uyumaya çalışıyor, Allah adına bir kere "yahu bu ne iş" diyemiyorsunuz. Hala manifestolar, beyannameler, basın açıklamaları ve Fatih Terim'in gardrobundan mürekkep bir medya iletişim stratejisi ile sessiz sessiz. Sanki bunların hiçbiri yok. Bu ülkede şike varmış, futbol temizlenecekmiş. Sevsinler temizleyicileri. Hanginiz temizleyecek ulan bu ülkedeki futbolu? Bu medya mı temizleyecek futbolu? Milyar dolarlık vergi cezalarının gölgesinden korkup, güzelleme yapmadan tek satır yazamayan insanlar sürüsü, ciğerlerine işleyen korkudan bir vakit bulacak da "gerçekleri" mi sunacak size? Bu hakimler bu savcılar mı temizleyecekler boğazlarında HSYK'nin keskin pençeleriyle? Bu polis mi temizleyecek, hala Hrant Dink'in örgütlü mü örgütsüz mü öldürüldüğünü araştırıyorlar. 5 yıldır olay anındaki telefon konuşmalarını açığa çıkartamadılar. Festus Okey davasında Emniyet güçleri hala Festus Okey'in adının Festus Okey olup olmadığını aramakta. Şerefli duruşunuzu yesinler. O güzelim manifestoların hangi kelimesine uygun bir hayatınız var? Neresinden tutturacaksınız sözlerinizle yaptıklarınızı? Kanalizasyon taşmış, sokakları bok basmış, paçanıza kadar pisliğin içerisinde yaşıyorsunuz, herkes kolera ondan sonra bir peçeteye yazı yazıyorsunuz "kangreni biz kesmessek başkaları gelir keser" Buyrun kesin yaşam damarlarınızı bağlayan, hepinizin nefesinizi boğazınızda tutan o büyük ve meşum kangreni. Nedir bu kasabanın herkesin bildiği büyük sırrı? Hanginiz yargıya güveniyor, kim polisine itimad ediyor, şunca olay ortalarda dolaşırken "ay canım futbol kirlendi, temiz futbol istiyoruz" diye hukukilik oynamanın, ahlaklı bir insanmış gibi davranmanın neresinde insanlık ailesine yakışır tek bir tutum var? Yalan üstüne yalan söyleyip, sanki gerçek hayatında bu ülkede yaşamıyormuş, sanki şu olanların hiçbiri olmuyormuş gibi Norveç insanı konformistliğinde beyanatlar beyanatlar. Adnan Polat niçin gözleri kan kırmızı Başbakan peşinde koşturdu bu ülkede? Bir tane protesto. Neden bu kadar korktu? Bir kulübün başkanı, bir iş adamı, kendi stadında bir Başbakan protesto edildiği için neden bu kadar korkar? Almanya'da Merkel'den bu kadar korkarlar mı? İngiltere'de David Cameron bir maçta protesto edilse, örneğin Arsenal başkanı kapı kapı gezecek mi? Neden Türkiye'de böyle? Nedir bu içimize işleyen, hepimizin bildiği ve işlerin hiç de iyi olmadığını gösteren o büyük panik? İşte ortak yaşadığımız hayat bu. Burada yaşıyoruz. Hükümeti protesto ettiği için hapse atılan, tutuklunan, yargılanmayı bekleyen öğrenciler, öldükten sonra hakaret yemeye devam eden emekli öğretmenler, güvenparkın ortasındaki havuza atılan TEKEL işçileri - hepsini unuttunuz değil mi? Buyrun lan karşı çıkın. Hayatınızdaki şikelere karşı çıkın. Bu ülkedeki pisliklere karşı çıkın. Adil bir futbol isteyip, adil bir ülke istememek kadar dangalakça bir şey var mı? İBB maçını izliyorum. Şu ülkede utanması olan birileri varsa, bu maçı izlerken kıpkırmızı olmuştur. Adnan Öztürk, Ünal Aysal, yazsanıza iki kalem bir açıklama? Fenerbahçe geçen sene İBB maçında şike yapmakla itham edildi. Oturmuş takım, full kadro, final maçı konsantrasyonu ile bu takım İBB'yi 2-0 yendi. Bu sene hepinizin üstünde taklalar atan İBB'yi, şöyle bir hazırlık sezonundan sonra, bu kadar eksikle gene yendi. Stoch aynı golden attı. Ağzınızı açın da bir laf diyin. Oran orantı. Bu çocuklar her maç alınterlerine sahip çıkmak için çıkıyorlar. Tertemiz. Hala bu çocuklar onurları için, şerefleri için, bu ülkede üstlerine bu kadar iftira atıldıktan sonra da esasında bu iftiranın nasıl büyük bir yalan olduğunu göstermek için yeşil sahada bir savaş veriyorlar. Gözünüz mü yok görmüyor musunuz? Diliniz mi yok? Konuşamıyor musunuz? Kafayı yemiş gibi Fenerbahçe şike yaptı, temiz futbol istiyoruz. Fenerbahçe şike yapmadı. Fenerbahçe'ye tarihin en büyük yalanlarından biri atıldı ve her 90 dakikada futbolcular bu yalanın üstünden buldozer gibi geçiyorlar. Twitterda, sözlüklerde konuşanların nutku tutuldu, hakaretten başka edecek lafı olmayan adamlar maç saatlerinde ortada gözükmüyorlar. Alayları arşa değenler dahi "o başka bu başka" gibi aptal aptal laflar edip geçiyorlar. Bu sene bunca eksikle ve bu kadar kötülüğe maruz kalıp sahaya çıkan takım yeniyor da geçen sene şampiyon olmak isteyen takım çok daha iyi bir kadroyla neden yenmek için şikeye ihtiyaç duysun? Güntekin'e sorarsan kimse futbolculara bir şey söylemiyor. İçinde şike teklifinin olmadığı, futbolcunun olmadığı, sahada herhangi bir bozukluğun olmadığı bir şike soruşturması geçiriyoruz! Bu şike soruşturmasına göre futbolcular şike yapmadı, yöneticiler şike teklif etmedi, sahada da herhangi bir olay yok ama yine de şike var! Adalet çok büyülü bir kelime. Adalet. Hak. Hukuk. Vicdan. Bunlar medeniyet kurup, medeniyet yıkan kelimeler. Temiz, namuslu bir futbol istiyorsunuz. O zaman namusa sahip çıkın. Adil bir yarış istiyorsunuz, adil bir ülke isteyin. Çünkü şike ne? Şike bir haksızlıktır. Şike bir tecavüzdür. Başkasının hakkını çalmaktır. Hırsızlıktır. Şike hak etmediğini almaktır. Başkasının hakkına el koymaktır. Zulümdür. Buyrun işte orada zulme uğramış binlerce insan gözlerinizin içine bakıyor kanlı canlı. Dudaklarınız mühürlenmiş. Hala bize martaval anlatıyorsunuz. Baransular, Rasim Ozan Kütahyalılar, Erman Toroğlu'lar, Serhat Uluerenler'den temizlik bekliyorsunuz. TMSF'ye borçları yüz milyon doları aşan, kamunun parasını yedinde toplayan Sadri Şener'den hep birlikte bu ülkenin temizlik ikonu olmasını istiyorsunuz. Başkalarına stad yapılırken, sizin stadınızın açılışında adeta kavga edenlerden adil bir hayat istiyorsunuz. Salak mısınız? İşte Fenerbahçelilerin söylediklerinin özeti budur. Fenerbahçeliler salak olmamayı seçti. Kırk bin küsür kadın o maça neden gitti? Biriniz çıkıp sormadınız. Bunca kadını o maça götüren aşk nedir? Nedir bu duygu? Alçak, rezil adamlar "maç bedava" diyor. Hayır maç bedava değil. O maç çok değerli çünkü hayat çok değerli. Çünkü haksızlık çok ağır. O insanlar o maça sevdiklerine sahip çıkmak için gittiler. Beyanname değil eylem. Suya sabuna tirit manifesto değil, icraat. Bu ülkede kötü giden bir şeyler var. başörtülüsünden başı açığa, kürtünden türküne, alevisinden sünnisine binlerce kadın bağırdılar bize: biz bu zulmü görüyoruz! Fenerbahçeliler neden yürüdü sokaklarda? Niçin bunca insan, yaşlı, erkek, kadın, çoluk çocuk bu sokaklarda biber gazı yemeye koştular. Çünkü biz bu zulmü görüyoruz. Biz salak değiliz. Biz nefretimizden, öfkemizden, düşmanlığımızdan, öteki kabul ettiğmizden salak pozuna yatmayı da kabul etmiyoruz. Bu ülkede kötü giden bir şeyler var. O şeylerin hepsi de sessizliğinizle büyüyor. Fenerbahçe için ayağa kalkmayın. Berna için kalkın. Bugün tutukluluğu devam eden yüzlerce öğrenci için kalkın. Gazeteciler için kalkın. Basın özgürlüğü için kalkın. Bırakın da bir kere zalimler kendilerini aklamak zorunda kalsın. Zulme uğrayanların üstüne çok binip, güçlünün karşısında yeter eğildiğiniz.