20 Kasım 2013 Çarşamba

Enerji

İnsanlar içlerindeki enerjinin ya farkında değiller ya da gerçekten enerjiden yoksunlar. Şimdi diyeceksiniz bu enerji işleri saçmalık diye. Size bahsettiğim enerji o bildiğiniz, her gün tv de gördüğünüz, taş filan tutunca artan enerji değil. Var olan potansiyelimiz; yani bir şeyi yapabilme gücümüz. Hele ki o yapabilme gücümüzü ittiren bir dürtüye sahipsek.

İşte sorun da bu ya bir şeyi yapabilme gücümüz mü yok, yoksa tembellik bize daha mı cazip geliyor. Bence ikinci olasılık şuan okuyanların "hah işte bu ya, bendeki bu, elimi kaldırasım yok ki tuvalete bile gidemiyorum ben üşendiğimden vs." dediği bir olasılık. O nedenle çoğu kişi aslında içindeki enerjinin farkında değildir. Çünkü o enerjinin dışa çıkmasına tembel beyinleri izin vermiyordur.

Şimdi diyorsunuzdur ee ne olacak fark etsek biz bu enerjiyi? Haklısınız ama konu yine gelip şu "aşk" mevzusuna çattı. Haydaa Aşk’a ne zaman geldik diyenler oluyordur ve içimden bir ses bunu diyenlerin büyük çoğunluğunun erkek olduğunu söylüyor. O zaman anlatıyım.
       
Olay şu ki; aşk insanları olmadığı hayaller içinde gezdirdikten sonra öyle kocaman, kilometrelerce yukarıdan aşağı doğru bırakır ki, o düşüş sonsuza kadar sürer (en azından biz öyle sanırız). İşte bize bu his içimizde patlamaya hazır dinamitleri fark ettirir. Aşağıya doğru büyük bir hızla düşerken içimizdeki aşk tüm bedenimize yayılır, her manevra daha heyecan vericidir, bir hareket kalbinizi yerinden oynatabilir. Peki bunu düşüş mü sağlıyor aşk mı diye hiç düşündünüz mü? 


Aşk bir seçimdir. Aslında çoğunun söylediği gibi kalple alakası olduğunu düşünmüyorum. Sadece etkileri kalpte yer buluyor o kadar. Evet, aşk bir tercih demiştik. Birine âşık olmayı siz tercih edersiniz ve vücudunuz sizi buna hazırlar, uygun ortamda siz de âşık olursunuz. O zaman düşüş de sizin tercihiniz. Yani aşk kadar düşmeyi seçmek de sizin yaptığınız bir eylem.

Şimdi her şey açığa çıkmaya başladı. Aşk sizin tercihiniz, düşmek de öyle. İşte alın size "enerji". Biliyorum biraz karışık oldu ama aslında çok basit. Tercih ettiğiniz aşk size aşağı atlama cesaretini veriyor ve siz bunu içinizdeki o büyük tarif edilemez enerji sayesinde yapıyorsunuz. Size yukarıda bahsettiğim hatta kırmızı ile yazdığım o dürtü; aşk. 

Elimizde aşk, heyecan, dürtü ve enerjimiz var. Peki, o zaman demezler mi adama, Madem sen içindeki o enerjiye (yapabilme gücüne) sahipsin neden kılını bile kıpırdatmadan bir aşk yaşamak istiyorsun. İnsan aşık olduğunda o enerjiye sahiptir eğer yoksa o enerji aşk da yok demektir. Ki aşığım diyen birinin bu enerjiye sahip olduğunu düşünürsek içindeki potansiyeli fark etmemesi imkânsız yani o engel olmaya çalışsa bile içindeki istek inatla dışarı çıkmayı başaracaktır. Yani durum böyle olunca da sevgilisi, eşi, aşkı için elinden geleni yapacaktır. Ama zorlayarak değil, farkında olmadan, isteyerek kendini onları yaparken bulacaktır.

Demem o ki aşk yan gel yat yeri değildir. Zaten yan gelip yatan da âşık değildir. İçinizde durdurulamaz bir enerji varsa bu sizi aklınıza gelmeyecek şeyleri yaptırmaya, kendinizi tanıyamadığınız kadar enerji dolu, eğlenceli biri olmanıza yetecektir.

15 Kasım 2013 Cuma

Çocukları kirletmeyin !

Çocuklar oyun oynuyorlar... Alevi,Sünni, Hristiyan, Musevi, siyah, beyaz, kızıl, zengin, fakir, Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Alman, İspanyol, Arap,... Henüz bilmiyorlar... Bilmiyorlar ki, büyüdükçe büyükler onlara farklılıklarını öğretecekler... Bilmiyorlar ki bu farklılıklar, büyüdüklerinde arkadaşlıklarının bile önüne geçecek...

İnsan yerleşik düzene geçti, veraset sistemini yarattı, sınırlar çizdi, sınırları korumak için silahlar üretti ve yine sınırları korumak için silahları kullandı... Tarihe kan, savaş, acı silinmez izlerini bıraktı...

Çocuklar silahların gölgesinde korkuyla büyüyerek silahları kullanmayı öğrendi. İntikamı tanıdı. Bugün savaşan nesilleri, gördüklerini, onlara verilenleri taşıdı ve işte bugünkü dünyayı yarattı. Milyonlarca insan niye öldüğünü bile anlamadı ve ölmeye devam ediyor.

Aynı toprakların çocuğu olmamak ne mümkün aynı yerkürenin üzerinde, aynı gökyüzünün altında yaşarken. Denedim. Anlamaya çalıştım. Anlayamadım... Farklılıkların neden sorun olduğunu anlatamadılar ya da ben anlamadım.

Zengin fakiri hor gördü, fakir zengini suçluyor. Kapalı açığı, açık kapalıyı küçümsüyor. Kadın erkeğe, erkek kadına kızıyor. Oysa hepsi çocukken saklambaç, yerden yüksek oynuyor. Hem de hep birlikte, hem de paylaşarak. Ta ki öğrenene kadar. Tıpkı yaşamda neyi yapabilip, neyi yapamayacaklarını öğrendikleri gibi.

Ayrışa ayrışa, gruplaşa gruplaşa parçalara bölündük. Dinler, uluslar derken; neredeyse dernek düzeyinde ayrıştık. Futbola bile kanı karıştırdık. Tribünleri tek renge boğduk.

Nasıl bir paradokstur ki, her oluşum daha iyi dünyayı vaat etti. Kemale ermek, cennete gitmek, yontulmuş taş, aydınlanma, nirvanaya ulaşmak..... Dinler, öğretiler aynı evin farklı pencereleri değil miydi oysa? Ben mi çok saftım.

Kemalist, nurcu, mason, laik, muhafazakar, liberal,komünist, ocu, bucu, şucu ve yüzlercesi hepsinden önce insan değil miydik? Hepsinden önce insan değil miyiz?

Kimliği, etiketleri ne olursa olsun ölen insan,doğan insan... Ve her birimizin hayali daha güzel bir dünya, iyi bir hayat, ... Hepimizin hayalleri yok mu? Ne zaman uyanacaksınız... İstanbul’da, Diyarbakır’da, İsrail’de, Filistin’de, Uganda’da, Hindistan’da, aynı gökyüzünün altında ölen bir çocuk, her şeyden önce çocuk.

Sürü psikolojisinde yetişen nesiller, uyutulan toplumlar ve nihayetinde günlük hayatın içinde kaybolan ruhlar o kadar kolay malzeme ki... Bugün kendi içimizde, kendimizle kavga ederken, dışarıda kavga edecek sey bulmuşuz çok mu?

Aradığımız mı ne? Sevmek ve sevilmek. Değerli olduğumuzu hissetmek. Sevmek, paylaşmak, sarılmak,... İyiye ve güzele bakmakta inat etmek....

İnadına, ekmeğini tanımadan birbiriyle paylaşan çocukları örnek almak. Şu an bana saf, enayi gözüyle bakanlara gelince evet saflık ve enayilik buysa gurur duyuyorum. Şu an elimde duran Mesnevi’ye sarılıyorum.

‘Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.’